top of page

#TANINASI | DERYA GÜRSEL

Tanınası serisi için ilk konuğumun Derya olmasını özellikle istedim. Çalışma hayatımda yoğun bir dönemden geçtiğim için kaotik mental durumumu anlayabilecek aynı sektörden bir meslektaşımla dertleşme seansı da diyebiliriz bu ilk bölüm için. Basılı ve dijital yayıncılık üzerine kafa yoran ve üreten, çıtayı hep bir üste taşımak için sistemi zorlayan bir isim Derya. Şuan L'Officiel Hommes Türkiye'nin başında. Bu röportaj serisinden bahsetmemin hemen ardından Cooklife Bomonti’de buluştuk. Bu yüz yüze buluşmayı hızlıca ayarlayabildiğimiz ve mahallem Bomonti’de bir araya geldiğimiz için bu yolculuğun şanslı olacağına bir kez daha inandım. Ülkemizde yeni çıkan basılı yayınlar, Karlie Kloss’un i-D’yi satın alması ve “boomer” yayıncılar üzerine kısa bir sektör dedikodusundan sonra sohbetimiz başladı.

Derya Gürsel, L'Officiel Hommes Genel Yayın Yönetmeni

Tuna: Normalde şehir planlama okudun, hatta bu alanda yüksek lisans da yaptın. Hayatının hangi noktasında bu mesleği yapmak istemediğini fark ettin ve yayıncı olmaya karar verdin?

 

Derya: Aslında hiç bir zaman öyle bir karar vermedim. Her zaman tasarım disiplinine ait bir şeyler yapmak istedim. Şuan yaptığım şeyi de hala öyle görüyorum. Yayıncılık bana göre bir sorunu formülize edip onu çözmek üzerine. İster metinsel olsun ister görsel; tematik bir şeyler üretirken tasarım disiplinin formasyonundan gelen sorun çözme metodolojisini kullanıyorum. Şehir planlamada da öyledir. Bir bölgenin önce swot analizini yaparsın, sonra potansiyelleri çıkartırsın ve ardından orası için çözümler üretirsin gibi. Şimdi de aslında çok benzer şekilde yayıncılık yapıyorum. O yüzden de yayıncı olmak istiyorum demedim hiç. O dönem PAB Mimarlık’ta kentsel tasarım üzerine staj yapıyordum. Onlar da aynı dönem hem Arkitera ile iş birliği yapıyorlardı hem de ofisin kurucularından Pınar Gökbayrak Betonart’ın editörüydü. Benden de her iki mecra için birkaç yazı istemişlerdi. Mimarlık ofisindeki stajım bittiğinde Arkitera’ya geçmeye karar verdim. Arkitera’da çalışmaya başlamamın bir yıl sonrası Gezi Dönemi’ne denk geliyor. Şehir gündeminin sadece mimarların değil herkesin hayatının çok odağında olduğu bir zamana girmiştik. Arkitera’da yazarken fiziksel olarak bir şey üretmesem de, yani bir bina tasarlamasam da şehre dair önemli bir şey yaptığımı hissediyordum. Üniversite hayatım da biraz politik geçtiği için kent üzerine örneğin Taksim Kışlası ile ilgili bir yazı yazdığımda beni beslediğini hissediyordum. Aynı zamanda mesleğimi de yapıyor gibi hissettiğim için bana iyi geliyordu. Hala üreten aktörlerden biriydim. Örneğin belediye meclisleriyle görüşüyorduk, fikir alışverişi yapıyorduk. Arkitera’da olmak şehri şekillendiren aktörlerden biri olmaktı.

 

Arkitera’dan ayrılıp XOXO’ya geçmemle aslında uzaklaşmaya başladım tasarım disiplininden. Birebir sektör yayıncılığı yapan bir yerden popüler kültüre dair bir dünyaya girdim. Orada yörüngemi bulmam biraz zaman aldı. Modanın bile sırf tasarım kısmını görebiliyordum ancak arkasındaki sistemi algılamam zaman aldı. Bir röportaj yaptığımda ilgi alanım tasarımcılar oluyordu ancak bu kalıbı yıkmam da gerekiyordu. Ancak beni diğerlerinden ayrı kılan da yine bu tasarım formasyonu oldu.


Evet, ben bundan para kazanıyorum ve bu benim mesleğim ama yaptığım iş benim dünya görüşüm değil.

 

Tuna: Şimdi de L’officiel Hommes’un başındasın, öncesinde ise GQ’daydın. Sen ve ekibin GQ'da oldukça yenilikçi bir vizyon ortaya koydunuz. Hatta “kreatif sektörler için bir deneyim platformu” yaratmak gibi bir çıkış cümleniz var. Senin GQ’daki son projen “co-existence” temasıyla hayata geçirdiğiniz 2022 yılının MOTY’siydi. Seninle buluşmadan önce açılış konuşmanı tekrar dinledim. İnanılmaz bir açılış konuşması. “Gökteki tanrıları yeryüzüne indirmeye karar verdik.”  diye başlıyor ve “…bir ağacın dalları gibi birleşen insanları hayal ettik.” diye tamamlıyorsun. Çok cesur ve zor bir tema. Tam bu noktada şu soru geldi aklıma, aslında moda dergileri kapitalist sistemin önemli birer parçası. Bu dergilerin çıkmasını sağlayan iki uç var: Birisi bu sistemin işlemesini sağlayan patronlar ve içeriği oluşturan yaratıcı üreticiler. “Co-existence” teması patronlar dünyasında nasıl bir etki yarattı sence?

 

Derya: Bazen hala dünya görüşüme ve siyasi duruşuma ihanet ediyormuşum gibi hissediyorum. Hatta çoğu zaman. Çünkü hayalim herkesin eşit olduğu bir dünyada yaşamak. Ben böyle bir dünyaya inanan bir insanım ve mimarlık ya da şehircilik üzerine yayın yaparken bunu daha çok besleyebiliyordum. Ve senin dediği gibi moda, kapitalist sistemin en büyük çarklarından biri. Bu sektörün içine girince içten içe varoluşsal bazı krizlerle baş etmek zorunda kalıyorsun. Çünkü sen aslında bir ürün tanıtıyorsun, lüks markaların satışını arttırmak için bazı şeyler yapıyorsun. Ama diğer taraftan da eline çok büyük bir platform veriliyor ve bunun nasıl kullanılabileceği de senin elinde aslında. “Co-existence”, benim bu inandığım dünyanın çok küçük ve naif bir yansımasıydı. Popüler kültüre dair egoyu ortadan kaldırabileceğimizi göstermek istedik. Amacımız, sanatçısından fotoğrafçısına yayın yönetmeninden medya patronlarına kadar hepimizin birbirimize ancak saygı duyabileceği bir dünyada birlikte ve mutlu yaşayabiliriz mesajı vermekti. Ki bu moda dergisiyle tamamen zıt düşen bir mesaj aslında. Çünkü moda dergisi sana aslında diyor ki “Al bu Prada ceketi giy, yanında başka marka giyinen birinden çok daha hızlı ön sıralara oturursun.” Bizim yaptığımız etkinlikte ise oturma düzeni dahi yoktu. VIP yoktu örneğin. Ön sıra diye bir şey yoktu. Daha yüksekte oturan yoktu. Herkesin bir ağacın etrafında oturmasıydı hedef. Bunu dünyaya borçlu olduğumu hissediyorum. Evet, ben bundan para kazanıyorum ve bu benim mesleğim ama yaptığım iş benim dünya görüşüm değil.

 

Dergilerin Türkiye’de politik duruşunun olması gerekiyor. Çünkü buna ihtiyacımız var. Sonuna kadar gitmeyi herkese şart koşmam ya da herkesten bunu beklemiyorum ama ben en azından kendim için bunu deneyeceğimi biliyorum ve beğendiğim yayıncıların da böyle iş yaptığını biliyorum.

Tuna: Sence bu tür yayınların bir politik duruşu olmalı mı? Ya da derginin başındaki genel yayın yönetmeni böyle bir duruş çizmeli mi yayın için?

 

Derya: Bence ikisi de birbirine bağlı. Çünkü genel yayın yönetmeni veya editoryal kadro zaten o kimliği belirliyor. Tabi bu noktada bağımsız yayınlar ve global yayınları ayrı düşünmek lazım. Global yayınların zaten sana gelen bir kimliği oluyor. Yıllar içinde Condé Nast, GQ’ya bir çizgi belirlemiş. 20 yıl önceki GQ ile bugünkü GQ aynı değil, Condé Nast’ın çizdiği çizgi de değişiyor. Bugün GQ’nün küresel yazı işleri direktörü Will Welch, kadın ve LGBTQ+ haklarını koşulsuz savunan bir çizgide yürütüyor dergiyi. Yılın kadını ödülünü kaldırdılar örneğin. Bunlar hep global stratejilerle belirleniyor ama elbette genel yayın yönetmeninin de kendine ait bir çizgisi olması gerektiğine inanıyorum. Ve yarattığı içeriğin de o kimliği ezmeden dergiye bir şekil vermesi gerektiğini düşünüyorum. İlk soruna dönecek olursam dergilerin Türkiye’de politik duruşunun olması gerekiyor. Çünkü buna ihtiyacımız var. Sonuna kadar gitmeyi herkese şart koşmam ya da herkesten bunu beklemiyorum ama ben en azından kendim için bunu deneyeceğimi biliyorum ve beğendiğim yayıncıların da böyle iş yaptığını biliyorum. Bizim buna ihtiyacımız var. Henüz sadece moda veya sanat konuşabileceğimiz, sadece kapağın çok güzel imaj verdiği dergiler için o kadar demokratik bir kültür ortamına sahip değiliz bence.

 

Tuna: Şuan dünyanın birçok yeri sahip değil…

 

Derya: Ne yazık ki evet.

 

Tuna: GQ ve ardından L’Officiel Hommes. İkisinin de erkek dergisi olmasının bir sebebi var mı yoksa tamamen tesadüf mü?

 

Derya: GQ’dan sonra erkek dergisini kim çıkartır dendiğinde akıllarına ben gelmiş olabilirim sanırım. Ama ben erkek dergisi çıkarmayı seviyorum. Bir kadın dergisi henüz çıkarmadım. Erkeklere dair tabu daha fazla olduğu için işte aşamadığımız toksik maskülenite, erkeklerin davranış kalıpları, konuşma kalıpları, aile içi şiddet gibi sanki değiştirebileceğim daha çok olduğunu hissediyorum. Orada da yine kişisel bir motivasyon devreye giriyor.

 

Tuna: Bir erkek dergisinin başında kadın mı olmalı erkek mi?

 

Derya: Bence kişiden bağımsız bir şey. Bugün sen de harika bir GQ veya L’Officiel Hommes çıkartabilirsin. Bu tamamen karakterle alakalı. Daha önce bu çok gündeme getirildi. Hep GQ’nun kadın genel yayın yönetmeni olarak lanse edildim. Zaten sorun da bu yani. Kadının haklarını erkeğin savunması ya da erkeğin davranış biçimlerini kadınların belirlemesi gibi olmamalı. Zaten hepimiz aynı şeyi istemeliyiz. 

 

Tuna: Basılı yayın çıkarmak nasıl bir his?

 

Derya: Çok zor:) Sen de biliyorsun ki çok zor.

 

Tuna: Tabi artık yeni dergicilik dediğimiz bir dünya var. Tam pandeminin başında biz ilk Mercado’yu kurmaya karar verdiğimizde “print is dead” deniyordu. Son bir senedir bir anda yükselişe geçti. Sen bu yeni dergiciliği nasıl tanımlıyorsun?

 

Derya: Özellikle kreatif direktörlük tarafında iş yoğunlaştı. Eskiden sadece ilanlar gelir, içeride yeterli bir bütçe varsa, baskı maliyetine karşılıyorsa maaşlar ödeniyorsa o print dergi çıkabiliyorken şuan aslında yaratıcı fikri bütçeye dönüştürebilmek önemli. Yani sen fikrini satabildiğin ölçüde basılı bir dergi ortaya koyabiliyorsun. “Kreatif projecilik” dediğimiz şey bu. İnsanlar görmediği hatta varlığından bile haberi olmadığı o kadar çok aktör devreye giriyor ki. Bir yandan bir şirkete bağlı çalışıyorsan onların ticari beklentileri, kendi estetik beklentilerin, içerdeki editöryal ekibin o işten mutlu olup olmaması, seninle çalışan markayla ortak bir iş üretebilmek hatta dışarıdan gelen üçüncü partilerin beklentileri vs. Yeni dergicilikte denklemin aktörleri çoğaldı. Bu ekipler, çok yönlü düşünmeyi bilen ekipler. Bence bir yayının kalitesini belirleyen de yine bu ekipler. Basılı yayıncılığın öldüğünü hiç zannetmiyorum aksine değeri her geçen gün artıyor.

 

Tuna: Eminim evinde onlarca Wallpaper ya da Vogue vardır. Bunlar arasında zamansız içerikler mutlaka vardır ama günün sonunda bu basılı yayınlar belirli bir zamana ait içerik ve görseller sunuyor. Eğer arşivci bir taraftan yaklaşmıyorsam basılı dergilerin görsel ilham almak için önemli ancak güncel içerik dijitalde kalmalı gibi bir hisse de sahibim. Ne düşünüyorsun?

 

Derya: Modada bu pek mümkün değil bence. Çünkü moda dediğimiz şey dönemsel. Ancak tasarım yayıncılığı bu şekilde olabilir. Ben Oksijen’de yazılarımın olduğu sayıları biriktiriyim dedim, bir baktım evde milyonlarca gazete var. Babamın eski gazetelerine benzedi böyle raf raf raf… Ve ne yapacağımı bilemedim. Günün sonunda geri dönüşüme gönderdim.

 

Tuna: Moda yayıncılığının ikonu Anna Wintour ne düşünüyor basılı yayıncılık tartışmaları hakkında diye bir google'ladım. Basılı yayın gelecekte ancak lüks bir deneyim sunarsa ayakta kalabilir demiş. Print lüks bir deneyim midir?

 

Derya: Kesinlikle. Hele de bizim gibi kağıt fabrikalarının kapatıldığı bir ülkede yaşadığımızı düşünürsek, lükstür. Bir derginin kağıdı güzel olduğunda bu bana haz veriyor. Ya da benim önümde güzel bir kağıt varsa okuma arzumu tetikliyor. Çünkü dergi görsel bir deneyim. Fizikselde bu görsel deneyimin ne kadar iyi sunulduğu o derginin kalitesini de belirler. En az içerik kadar önemli. Renk, hangi matbaada hangi kağıda basıldığı, hangi fotoğrafçıyla o ışığı nasıl kullanıldığı vs. Print kesinlikle lüks bir deneyim.

 

Tuna: Globalde takip ettiğin hangi yayınlar var?

 

Derya: Apartamento’yu beğenerek takip ediyorum. Onların çok sayısı vardır bende ama artık kur sebebiyle alamadığım dergilerden biri. Another’ı takip ediyorum. i-D’yi çok takip ederdim, bir süre takip etmeyi düşünmüyorum. Filistin-İsrail olayında Gazze’yi destekleyen az sayıdaki yayından biriydi ancak Karlie Kloss dergiyi satın aldıktan sonra bütün destek postlarını Instagram’dan sildi.

 

Tuna: O meselede markalar direk reklamlarını çekiyor ve yayınları mecbur bırakabiliyor. Dergilerin devamlılığı için büyük markaların desteği çok önemli. Hiç böyle zorunlu bir tercih yapmak durumunda kalmadım ancak bir yayının finansal desteği olmadan ona ait bir sesi olması da mümkün değil.

 

Derya: Kimliği itibariyle daha underground bir kitleye hitap eden bir dergi. Günün sonunda alt kültürlerin haklarını savunan bir mottoyla çıkıyorsa bir dergi, artık sen onu ondan alamazsın. Yani artık ezilenlerin haklarını savunmuyorsa, kendi kimliğini de kaybetmiş oluyor. O zaman gün gelir LGBTQ+ haklarıyla ilgili bir sorun olduğunda da geri çekilebilir. Ben artık kendi vizyonumun arkasında değilim dediğinde önemini yitiriyor. Dediğine katılıyorum bu arada. Sonuçta bunların hepsi ticari bir işletme. Bunu da unutmamak gerekiyor.


Günün sonunda nerede olduğumu daha özgür bir biçimde söylemek istersem, mutlu bir yerdeyim. Beraber ürettiğim insanları seviyorum, yaptığım işi savunabiliyorum, arkasında durabiliyorum. 

 

Tuna: Kariyerinde kendini nasıl bir noktada hissediyorsun?

 

Derya: Kendimi patlamaya hazır bir bomba gibi hissediyorum. Biraz korkuyorum açıkçası. Bazen çok üretimle yaratıcılık baskısı altında hissediyorum kendimi. İnsan kendiyle bir yarış içerisinde olunca kendi yaptığı her işin bir öncekinden daha iyi olduğunu görmek zorundaymış gibi hissediyor. Bu da beni mutsuz ediyor. Bunu asla kibirli bir yerden söylemiyorum, tam tersi daha alttan bir yerden söylüyorum. İnsanlar sana bu çok iyi dediğinde ama sen onu aslında beğenmediğinde bu sefer kibirli algılanıyorsun. Aslında ben daha iyisini yapmak istiyorum ve yapıp yapamayacağımı sorgulamak beni çok korkutuyor. GQ MOTY’de öyle hissetmiştim. O kadar iyi bir proje olmuştu ki ve benden bir parçaydı. Bazen de benden bir parça kalmayacağından korkuyorum. Çünkü ben kendimden çok katıyorum yaratım sürecinin içine. Daha önce mesela epilepsimle ilgili bir hikayeyi katmıştım. MOTY’deki ağaç bizim yazlıktaki ağaçtı. Bir yandan da diyorum ki ya anılarım biterse… Kendimi tüketiyormuşum gibi de hissediyorum. Günün sonunda nerede olduğumu daha özgür bir biçimde söylemek istersem, mutlu bir yerdeyim. Beraber ürettiğim insanları seviyorum, yaptığım işi savunabiliyorum, arkasında durabiliyorum. En azından konuştuğumda senin gibi kafamı açan insanlar var etrafımda. Bu da beni mutlu ediyor.

bottom of page